SENDİKA NEDİR NİÇİN VARDIR?
İşçi sendikaları, üyelerinin hak ve menfaatlerini, işverenlere ve bazen de devlete karşı korumak için kurulan işçi örgütleridir. İşçiler, bu kuruluşlara üye olurlar ve her ay, tüzüklerinde belirtilen bir aidat öderler.
İşte bu yapı "birlikten kuvvet doğar" anlayışını meydana getirir. Bu anlayış ise sınıf bilinci alfabesinin birinci harfi gibidir...
Türkiye'de sendikal hareketler,1800 lü yılların sonlarına doğru etkili şekilde görülmeye başlamıştır. Asıl işçi örgütlenmeleri ise, 1908 İkinci Meşrutiyetle birlikte devam etmiştir.
Cumhuriyetin, tek partili dönemlerinde sendika ve birlikler üzerinde zaman, zaman bazı baskı ve yasakçılık oluşmuştur. Bu engelleyici yöntemlere rağmen işçiler, yine de örgütlenme çalışmalarını devam ettirebilmişlerdir.
1963 yılında çıkarılan 274 sayılı Sendikalar Kanunu, başarılı sendikal örgütlenmelerin asıl unsuru olmuş, 1960 ve 1970 ler, Türkiye sendikal hareketlerinin olabildiğince yükselir hale geldiği yıllar olarak gözlenmektedir.
60 ve 70 li yıllar sendikaların gelişme ve başarılı çalışmalar yaptıkları dönemler olmuştur. Bu çalışmalar sırasında, Seyfi Demirsoy, Kemal Türkler, Rıza Kuas, Abdullah Baştürk gibi dirayetli liderlerin yetiştiği görülmektedir. Sendika ve konfederasyon başkanlıkları sırasında, verdikleri mücadeleler sonunda önemli işler yaparak unutulmaz olmuşlardır.
Sendikalar kâr etmek için kurulan ticaret şirketleri gibi davranamazlar.
Tabipler odası, mimarlar odası, barolar, gibi meslek örgütleri olmadıkları için amaç ve çalışmaları onların faaliyetlerinden oldukça farklıdır.
Kalkındırma ve güzelleştirme dernekleri veya vakıflar gibi de olamazlar.
Sendikalar dinamik örgütleridir.
Özünde, bitmez, tükenmez bir sınıf mücadelesi vardır.
Kitle örgütü olmaları nedeni ile, üyeleri çeşitli siyasi anlayış ve ideolojilerde olabilir.
Aralarında, ayrı inançlarda, değişik milliyette insanlar bulunabilir.
İçlerinde, nitelikli ve mesleki bakımdan oldukça donanımlı insanlar olduğu gibi, çok sayıda niteliksiz, düz işçi vardır.
İşte bu yapı "birlikten kuvvet doğar" anlayışını meydana getirir. Bu anlayış ise sınıf bilinci alfabesinin birinci harfi gibidir...
Onları bir arada tutan, birlikte davranmalarını sağlayan, mücadele ve dayanışmalarında güçlü kılan, zafere taşıyan işte bu anlayıştır.
Kısaca sendikalar emeğin "en yüce değer" olduğu bilincine ulaşan insanların meydana getirdiği topluluklardır.
Türkiye'de sendikal hareketler,1800 lü yılların sonlarına doğru etkili şekilde görülmeye başlamıştır. Asıl işçi örgütlenmeleri ise, 1908 İkinci Meşrutiyetle birlikte devam etmiştir.
Cumhuriyetin, tek partili dönemlerinde sendika ve birlikler üzerinde zaman, zaman bazı baskı ve yasakçılık oluşmuştur. Bu engelleyici yöntemlere rağmen işçiler, yine de örgütlenme çalışmalarını devam ettirebilmişlerdir.
27 Mayıs 1960 askeri darbe(devrim)sonrası, özgürlükçü bir anayasanın yürürlüğe girmesi ile, sendikal hareketlerde çok daha önemli gelişmeler meydana gelmiştir.
1963 yılında çıkarılan 274 sayılı Sendikalar Kanunu, başarılı sendikal örgütlenmelerin asıl unsuru olmuş, 1960 ve 1970 ler, Türkiye sendikal hareketlerinin olabildiğince yükselir hale geldiği yıllar olarak gözlenmektedir.
60 ve 70 li yıllar sendikaların gelişme ve başarılı çalışmalar yaptıkları dönemler olmuştur. Bu çalışmalar sırasında, Seyfi Demirsoy, Kemal Türkler, Rıza Kuas, Abdullah Baştürk gibi dirayetli liderlerin yetiştiği görülmektedir. Sendika ve konfederasyon başkanlıkları sırasında, verdikleri mücadeleler sonunda önemli işler yaparak unutulmaz olmuşlardır.
Fabrika ve işletmelerde, çalışanlarla, çalıştıranlar güç bakımından eşit değildir. İşçi sınıfı tarihinde, bu eşitsizliğin genellikle sömürüye neden olduğu bilinmektedir...
Sendikaların asıl görevleri işte, tam da burada başlamaktadır.
İşçiler sömürüye karşı mücadeleyi, ancak sendikaları vasıtası ile kazanabilirler. Kalıcı ve yeni haklar elde etmek, yaşam ve çalışma koşullarını iyileştirmek, yine sendikaları ile verecekleri mücadele ile sağlanabilir.
Mücadeleleri başlatacak, yönetecek ve sonuçlandıracak, donanımlı, başkan ve yöneticiler, işte bu mücadeleler sonucunda meydana çıkar. Grev çadırları ve meydanlar, sendikacılık okulunun ilk basamaklarıdır...
Gazeteci Bekir Coşkun’un, 28 Mayıs 2014 tarihli SÖZCÜ Gazetesinde yazdığı "SENDİKACI" başlıklı yazısı, günümüz sendika çalışmalarının bir kısmına çok önemli bir ayna tutuyor.
Soma da 301 madencimizin, toprağa verildikleri günlere rastlıyor bu yazı. Uzun zamandır sendikal konularda, böyle acı veren ve iç karartan bir yazı yazılmadı.Yazıyı okuyan siyasetçilerin, ilgili bürokratların, aydınların, tüm sorumluların ve de herkesin üzüntü duymaması mümkün olabilir mi?
Üçyüzbir emekçinin toprağa verilmesi, bu nedenle, anaların ağlaması, çocukların babasız kalması, aymazlık ve aşırı kâr hırsı değil de nedir?
İşyerlerinde, daha doğrusu çalışma hayatımızın genelinde, işçi sağlığı ve iş güvenliği ne durumdadır? İş güvenliğinin sağlanmasında devletin ve sendikaların rolü ve görevleri nelerdir? Bu konu hakkında, siyasiler, bürokratlar, gözleri paradan başka hiçbir şey görmeyen patronlar, patron vekilleri, müdürler, mühendisler, denetçiler ve daha bir sürü ilgilinin uzun uzun düşünmeleri gerekir...
2000 li yıllarda ülkemde sendikalar ne haldedir?
Sendikacılığımızın olması gerektiği yer burası mıdır?
Bu durumda siyasetçinin, sendikacının, işçinin rolü nedir?
Sendikalarımız, sendikacılarımız yeterli donanıma sahipler mi ?
Sendika yöneticilerinin bir, iki, beş kere düşünmeleri gerekir..
Soma da 301 madencimizin, toprağa verildikleri günlere rastlıyor bu yazı. Uzun zamandır sendikal konularda, böyle acı veren ve iç karartan bir yazı yazılmadı.Yazıyı okuyan siyasetçilerin, ilgili bürokratların, aydınların, tüm sorumluların ve de herkesin üzüntü duymaması mümkün olabilir mi?
İster maden ocağında, ister binlerce derecede ergimiş maden potasının karşısında, ter döken işçinin bu yazıyı okuyunca, elbette canının acıması kaçınılmazdır.
Üçyüzbir maden işçisinin ölümünden sorumlu olanlar tabii ki bellidir. Bu olay siyasetçisinden, bürokratlara, işvereninden sendikacılara kadar uzayan bir görev ihmali ve ihanete varan bir durum değil midir? Üçyüzbir emekçinin toprağa verilmesi, bu nedenle, anaların ağlaması, çocukların babasız kalması, aymazlık ve aşırı kâr hırsı değil de nedir?
İşyerlerinde, daha doğrusu çalışma hayatımızın genelinde, işçi sağlığı ve iş güvenliği ne durumdadır? İş güvenliğinin sağlanmasında devletin ve sendikaların rolü ve görevleri nelerdir? Bu konu hakkında, siyasiler, bürokratlar, gözleri paradan başka hiçbir şey görmeyen patronlar, patron vekilleri, müdürler, mühendisler, denetçiler ve daha bir sürü ilgilinin uzun uzun düşünmeleri gerekir...
Sendikacılığımızın olması gerektiği yer burası mıdır?
Bu durumda siyasetçinin, sendikacının, işçinin rolü nedir?
Sendikalarımız, sendikacılarımız yeterli donanıma sahipler mi ?
Sendika yöneticilerinin bir, iki, beş kere düşünmeleri gerekir..
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder